*Ali bey Amcamızın notları:
Süleyman Hilmi Tunahan (k.s.), mürşidleri Salâhüddin İbni Mevlana Sirâcüddin (k.s.) Hazretleriyle birlikte Turuk-i Aliyye’de “Erbain” adı verilen tasavvufi bir nefs mücahedesi için Bursa Uludağ’da bulundukları sırada vaki olan manevi tecellilerden bahsetmişti.
Kendilerinden dinlemiş olduğumuz bu tecelliyi nakletmek istiyorum: Bir davet üzerine vücudumdaki anasır-ı erbaa (toprak, ateş, hava ve su) birer birer ayrıldı. Cesedimi yokluyordum, et ve kemik gibi cismâni bir katılıktan eser kalmamıştı. Elimi cesedimin bir tarafından diğer tarafına çektiğimde hiçbir şeye dokunmadan diğer tarafa geçiyordu. Bu hal karşısında ben ağlamaya başladım. Hz. Üstaz, üzülmememi ve ayrılan anasırın birer birer geleceğini haber verdi. Ve söylediği gibi de oldu.
Bu sırada dağda gezinirken bitkiler, kendi hal diliyle, “ben şu hastalığa faydalı olurum, ben şu derde devayım” diye konuşuyorlardı. Hazreti Üstad, bana hitaben, “Oğlum! Ben bu hali sana kapayacağım. Çünkü sen ders okutmakla meşgul olacaksın. Bunlar senin asli vazifeni engeller. Bir hasta görür, ona acır ve bu kimsenin derdine deva olacak bitkiyi aramaya koyulursun. Bu sebeple asli vazifen olan tedrisat aksamış olur” dedi.
Bu zamana kadar geçen müddet içinde bitkilerin kendi hal diliyle olan konuşmalarını duyan ve yeteri kadar faydalanan üstadımız, hasta olan bazı kimselere bitkilerle tedavide faydalı olacak tavsiyede bulunurdu.
1954 yılında ilk defa tatbik edilen “Tekâmül Kursu”ndaki arkadaşlarımızdan Hasan Arıkan, derslerin devam ettiği sırada rahatsızlanmıştı. Onu muayene ettirip hastalığını teşhis ettirmek için İstanbul’un Kıztaşı semtindeki Kâmil Bey ismindeki bir tabibe götürmüştüm. Doktor muayene etti, reçetesini yazdı ve derslere ara verip istirahat etmesini tavsiye etti. Hasan Arıkan, “Ben ölsem dahi dersi bırakmam” dedi. Reçetede belirtilen ilaçları aldık ve kurs mahalline döndük. Ertesi gün Efendi Hazretleri, Hasan Arıkan’a doktorun ne teşhis koyduğunu sordu. O da “zatürree” cevabını verdi. Bunun üzerine üstadımız, “Sarıkantaron aldırınız ve onu ıhlamur gibi kaynatıp içiriniz” buyurdu.
Yeni Caminin civarında şifalı bitkiler satan aktarlardan sarı kantaron aldık. Bir taraftan doktorun yazdığı iğneleri vuruyor ve hapları veriyorduk, diğer taraftan da sarıkantaronu kaynatıp içiriyorduk. Aksatmadan derslere devam eden Hasan Arıkan, ne dersten geri kaldı, ne de hastalığın eseri kaldı.
Efendi Hazretleri, ayni gün ders esnasında bahsi geçen bitki ile alakalı bir hatırasını nakletti ve “Ders okutma maksadıyla Trakya’da bir çiftlik tutmuştum. Oraya işçi kıyafetiyle talebe getirmeyi ve onları okutmayı düşünüyordum. Bu çiftlikte sığır vesaire hayvanlar da vardı. “Gelincik” adı verilen, sarı renkli ve kediden küçük bir hayvan türemişti. Bahsi geçen bu zararlı mahlûk, ineklerden birini ısırmış ve hayvanın hastalanmasına sebep olmuştu. Günün birinde gelincik ile bir kediyi boğuşurken gördüm. Her ikisi de kıyasıya birbiriyle mücadele ediyordu. Gelincik, bulduğu bir fırsattan faydalanarak, boğuştukları yerin yakınındaki sarıkantaron bitkisine koşuyor ve onun çiçeklerinden yiyip sonra gelip kediyle boğuşuyordu.
Çiftliğin bekçisi, omzundaki çifteyi çıkardı ve bu zararlı hayvanı vurmak istedi. Ben “Dur, atma! Şayet onu öldürmeye muvaffak olamazsan bu kızgınlıkla diğer hayvanları da ısırıp zarar verebilir. O boğuşurken sen şu otu kökle ve bana getir” dedim. Bekçi de denileni yaptı.
Bahsi geçen zararlı yaratık, kedi ile bir müddet daha boğuştuktan sonra bitkinin olduğu yere doğru koştu ve onu bulamayınca, “cıyaaak” diye bir ses çıkardı ve öldü. Çünkü o, kedinin ısırma ve cırmalamalarından aldığı zehiri o bitkiyi yiyerek zararsız hale getiriyordu. Onu bulup yiyemeyince aldığı yaraların tesiriyle ölüverdi.
Üstadımız bundan sonra ismi geçen bitkinin kırmızı renkli olanın mide ile ilgili hastalıklara faydalı olduğunu da beyan edip günlük derse devam etti.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder