"Sahibüzzamanla Buluşmaları."
"İsmi Kemal Kacar." (BEY ABİ).
"Bir yörük boyu olan “Kacar’lara” mensup.
Büyük dedesi İran’ın hükümdarlığını seksen-yüz sene elinde tutan “Kacar Hanlığının sünni bir üyesi”, bir han torunu.
Pehlevi ailesi İran’da şahlığı ele geçirmeden evvel bazı hanedan mensupları gibi onlar da İran topraklarını terkedip Türkiye’ye yetleştiler.
Aile ünvanları “nebi oğulları.”
Kemal Kacar, müslüman, muvahhid ve ehli kıble bir anne babanın evladı olarak 1917 de Eskişehir’de dünyaya geldi.
Ancak bir İstanbul aşığı olan babası Halil bey 13 kasım 1918 de İstanbul işgal edilir edilmez tüm aileyi toplayıp “İstanbul’un düşmanlardan kurtarılmasında karınca kararınca bir katkımız olur mu acaba” düşüncesiyle işgal altındaki şehre taşındı.
İşte Kemal Kacar’ın yetiştiği vasat İran’dan Türkiyeye göç, işgaldeki İstanbul’a taşınma ve yeni Cumhuriyetin kurulması dönemine şahitlik eden hatıralarla şekillendi.
Altıyüz yıllık Osmanlı yıkılıp, yerine Cumhuriyet kurulup harpler, işgaller dönemi sona eripte ülkede sular bir miktar durulunca Kacar ailesi kaldıkları yerden ticaretlerine devam ettiler.
Genç Kemal anladığınız gibi tüccar bir ailenin hem de hayli imkan sahibi tüccar bir ailenin oğlu olarak büyüdü, gençliğini yaşadı.
Vâkâ bu imkan sahibi halinden ölünceye kadar hemen hiç bir şey kaybetmedi; tüm varlığını seksen üç yıllık ömrü boyunca izinden gittiği Üstaz’ına ve inandığı davasına harcasa bile…
Eğitimini o günkü varlıklı ailelerin çocukları gibi iyi okullarda tamamladı. Eski adıyla Mektebi Sultanî, yeni adıyla Galatasaray Lisesi de bunlardan bir tanesi.
Yetenekli bir gençti Kemal Kacar.
Babasının yanında gencecik yaşına rağmen Rasimpaşa İşhanında(?) tüccarların fikrine sıkça müracaat ettiği tüccar başı olacak kadar yetenekli…
İşte o yıllarda henüz ondokuz yaşlarındayken babası Halil beyin de yakinen tanıdığı, eski hukukçulardan bir beyefendiyle tanışır, yakınlık kurar.
O sıralar avukatlık yapan bu beyefendi “Osman Eryavuz” beydir. ( Özyavuz da olabilir)
Osman bey sıkça gelip gider Kemal Kacar’ların iş yerine ve genç Kemal’e hep bir zattan bahseder.
İsmi Süleyman Hilmi Tunahan.
Kemal, Süleyman Hilmi Tunahan’ı gıyaben tanıyordur zaten. Meşhur bir dersiamdır, o günlerde bile ilim okutmaktaki şöhreti memleketin her köşesine yayılmıştır. Özellikle de devrin müstebit iktidarına karşı verdiği amansız mücadeleyi bilmeyen yoktur.
Bir gün avukat Osman bey Kemal’i Süleyman Efendiyle tanıştırmak için Beyoğlu Ağa Camiin’deki vaazına davet eder.
“Kemal, benim Üstazım her hafta Cuma Namazından sonra Beyoğlu Ağa camiinde vazu nasihatlarda bulunur. Gelmek istemez misin sen de? Hem tanıştırırım. Duasını alırsın” der.
Merak etmiyor değildir Süleyman Efendiyi ama çekinir nedense gitmeye.
Pek oralı olmaz.
Fakat zeki ve yetenekli bu genci Osman beyin pek bırakası yoktur. Bu davetlerini her hafta ısrarla yineler.
Sonunda Kemal Kacar Osman beyle beraber soluğu Ağa camiinde alır ve kürsüde Ümmeti Muhammed’e nasihatlarda bulunan o zatı dinlemeye başlar.
Kürsüde konuşan kişi tahmin ettiğiniz gibi tok sesli, uzun boylu, heybetli, etkileyici bir vücut diliyle hitab eden, vakur haliyle görenleri etkileyen Şeyh Süleyman Hilmi Tunahan’ın kendisidir.
Bu ilk tanışma 1936 yılında gerçekleşir ve bir daha hiç ayrılmazlar.
Kemal Kacar daha ilk günlerde Süleyman Hilmi Tunahan’ın tanıdığı diğer alimler gibi olmadığını öğrenir.
Süleyman efendi alimdir, dersiamdır ama aynı zamanda tarikat talimi almış, “Buhara ekolüne” bağlı bir Nakşıbendî şeyhidir.
Kıymetli Dostlarım yazımın bundan sonrasında “Süleyman Efendi” olarak bilinen bu zattan “Şeyh Süleyman” diye bahsedeceğim. Zira bu ünvanın onu daha çok ifade ettiğini düşünüyorum.
Genç Kemal on dokuz yaşında, Şeyh Süleyman ise henüz elli yaşına girmemiştir.
Bir mürit mürşit ilişkisinden çok adeta tutkuyla birbirlerine bağlı bir baba oğul ilişkisi başlar aralarında.
Neredeyse her gün görmeye gider Şeyh Süleyman’ı.
Şeyhi neredeyse O’da oradadır hep.
İşlerini aksatmaması şartıyla kabul eder Şeyh Süleyman bu irtibatı.
Liseyi yenice bitirmiş olan Kemal Kacar’ın ve ailesinin o günlerde bir planı vardır. Kemal’i Almanya’ya Üniversiteye göndermek istiyorlardır.
Beri yandan o sıralar artık Halil bey de henüz yüz yüze tanışmadığı oğlunun “manevi hocası” Şeyh Süleyman’ı merak etmeye başlar.
Çünkü oğlu neredeyse her gün ama her gün bu büyük zatın peşinde, yanında, yöresinde bulunmakta akşamları eve geldiğinde de o gün hocasının neler anlattığını büyük bir heyecanla tüm aileye anlatmaktadır.
Oldukça etkilenmiştir bu büyük alimden. Dilinde hocası, halinde hocası vardır.
Halil bey biraz da endişeyle oğluna Şeyh Süleyman Hilmiyi yakinen tanımak istediğini söyler.
Genç Kemal her yeni ve heyecanlı “mürid” gibi “olmaz!” der. “ Benim üstazım ne zaman sizlerle görüşmesi gerekiyorsa kendisi karar verir. Eğer bi gün kendisi dilerse bana söyler, o zaman görüşürsünüz. Bu güne kadar sizinle görüşmediyse de vardır bir hikmeti(!) Ya da belki siz o büyük zatla görüşmeye manen hazır değilsiniz” diye ufak çaplı çıkışır.
Peki der büyükleri Kemal’e. Oğullarının heyecanını kırmak istemezler.
En son konuşmadan bir kaç ay geçmemiştir ki Şeyh Süleyman Kemal’e “evladım babanlar nasıl, iyiler mi? diye sorar.
Ve ekler “bu hafta müsaitseniz size gelmek istiyorum. Baban Halil beyle tanışmanın zamanı geldi de geçiyor.”
Ayakları yerden kesilir Kemal’in. O hafta bayram haftasıdır onun için.
Ve gün gelir Şey Süleyman Kemal’lerin şehzade başındaki konaklarına teşrif eder.
İki katlı, gösterişli bir konak; bugünkü İstanbul Belediyesi’nin yanındaki evlendirme dairesinin olduğu yerde bahçesiyle muhkem.
Hatta Kemal abi o günkü evlerinin bahçesindeki ağaçların bir kısmının hala yerlerinde olduğunu söylemişti.
Evet Şeyh Süleyman o muhkem konağa teşrif eder.
Sofada Halil bey ve “Hazret” oturur. Kemal hemen kapının yanına diz çöker. Bu bir osmanlı ahlakıdır. Büyüklerle aynı sedire bile oturmak nezaketsizliktir.
Tabiki evde çıt çıkmaz. Tüm ev halkı bu titiz delikanlı tarafından defaatle tembihlenmiştir.
Çayı dahi kimseye yaptırmaz, kendisi pişirir, kendisi ikram eder.
Yıllar sonra Kemal Kacar Şeyh Süleyman’ın kendisini o ev ziyaretindeki candan hizmeti sebebiyle çok sevdiğini, gerçek anlamda evlatlığa o gün kabul edildiğini söyleyecek, manen ne kazandıysa o gün elde ettiğini iftiharla anlatacaktır.
Bu yüzden çaycılık süleymanlı camiada adeta kutsanmıştır. Yurtların çaycılıklarına idarecilerin kendilerince en sevdiği öğrencileri vermesi bir gelenek, hatta vaz geçilmez düstur haline gelmesi bu yüzdendir.
Halil bey de oğlu Kemal gibi bu Osmanlı evladı büyük alime ilk görüşte aşık olur. Tam aradığı gibi bir zattır. Derin bir alim, yüksek seciyeli ve tabiki nazik, nazenin.
Oğluyla gurur duyar, iftihar eder.
O da daha ilk günden bendesi olur bu asil duruşlu Silistreli Şeyh’in.
Vakit kaybetmeden konuşma arasında sorar şu Almanya meselesini.
“Kemal’im zekidir. Kemal’im ferasetlidir. Onu Avrupa’nın en iyi okullarında okutmak istiyorum. O bunu hak ediyor.”
“Olmaz” der kibarca Şeyh Süleyman.
“Kemal bundan çok daha fazlasına layık. Biz Kemal evladımızı “Medresei Süleymaniye’de” okutacağız. O’nu Nuru Muhammedî ile alakadar bir evlat olarak yetiştireceğiz.”
Hiç itiraz etmez Halil bey.
Ve böylece Kemal Kacar’ın devrin en büyük alimlerinden birisi olan Şeyh Süleyman Efendi Hazretleri önündeki yirmi üç senelik çok yönlü tedrisatı başlamış olur.

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder